Sosyal / Kültürel

Psikolojik Şiddetin Altında Yatan Nedenler

Psikolojik Şiddetin Nedenleri

“Şiddet çocuklukta öğrenilen ve zamanla alışkanlık haline gelen kötü bir davranış biçimidir. Hayatının bir döneminde fiziksel ya da psikolojik şiddet gören ya da şiddete tanıklık eden çoğu insan daha sonra bu şiddeti başkalarına da uygular ya da ona şiddet gösterecek insanları alır hayatına.” (—Kırmızı Oda dizisi)

Psikolojik şiddet içeren davranışların neler olduğunu sıraladığım blog yazımı tam zamanında yayınlamışım. İlginç bir tesadüfle ertesi hafta 4 Eylül’de, toplumumuzda yaşanan şiddetin boyutlarını gözler önüne seren yeni ve çok farklı bir televizyon dizisi başladı: “Kırmızı Oda”. Gerçek yaşam hikâyelerinden oluşan dizi, insan psikolojisini, sorunların ve şiddetin kaynağını anlamak isteyenlere, hep merak edilen, sırlarla dolu terapi odalarından birinin kapılarını aralıyor. Yetmezmiş gibi Kırmızı Oda’yı 15 Eylül’de yine bir psikoterapi odası notlarındaki gerçek yaşam hikayelerini ekrana taşıyan “Masumlar Apartmanı” adlı dizi izledi.

Klinik Psikiyatr Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun “Madalyonun İçi” ve “Günahın Üç Rengi” isimli kitaplarından uyarlanan bu dizilerdeki hikâyelerin bazıları birçoğumuza oldukça tanıdık gelecek türden. Herkesin hoşuna gitmeyecek olsa da, aramızdaki insanların derinlerdeki gerçeğini anlatan bu hikayeleri terapi süreciyle birlikte izleyebilmenin, toplumumuza önemli bir kazanım sağlayacağından ve güçlü bir aydınlanmaya kapı açacağından eminim.

Özellikle insanların ilişkide oldukları yakınlarına uyguladıkları psikolojik şiddetin yaygınlığı ve kabul edilebilirliği bakımından, uygar toplumlar ile geri kalmış, kapalı toplumlar arasında belirgin bir fark olduğu eminim çoğumuzun gözünden kaçmamıştır. İtiraf edelim ki, günlük haberlerdeki, dizilerdeki, hatta bazen çevremizdeki öfkeli bağrışmaları, incitici, aşağılayıcı, vurdu kırdılı sahneleri itirazsız izlememiz, şiddeti çoğu zaman kabullenen bir iklimde yetişmiş olmamızın sonucu.

İlkel atalarımız şiddeti bir hayatta kalma aracı olarak kullanmış olabilirler fakat insanlar ve ilişkiler uygarlaştıkça, şiddetin yerini anlayış, düşüncelilik ve inceliklerin almasını bekliyoruz. Bu konularla ilgilenmemizin belki temel nedeni de daha uygar bir yaşam için bu tür bir farkındalığın gelişmesini gerekli görmemiz. Toplumda şiddetin önlenmesi, uzun yıllar üzerinde çalıştığım Avrupa Birliği projelerinin (hibe programlarının) tematik önceliklerinden biri olduğu için bu alanda ülkemizdeki gelişmeleri bir başka açıdan da izliyorum.

Dr. Budayıcıoğlu, bu dizilerde en büyük hedefinin, şiddeti ve şiddetin nedenlerini iyi anlatmak ve tüm toplum olarak şiddete dur diyebilmek olduğunu belirtiyor.

Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu

Kendisinin olduğu kadar psikolojiye meraklı birçok izleyicinin de bir hayalini gerçekleştiren Dr. Budayıcıoğlu, bu dizilerle adeta toplu terapi uygulayarak kimsenin yapamadığı bir iyiliği ekran aracılığıyla yapacak gibi görünüyor. Kendimizi, ilişkilerimizi ve sorunlarımızın nedenlerini daha iyi anlamanın yaşatacağı farkındalık, şüphesiz birçok insana şifa gibi gelecek; yıllarca çözülemeyen sorunları çözecek ve derin yaraları iyileştirecek.

Şiddet bulaşıcıdır

Şiddetin altında yatan nedenleri gözler önüne seren Kırmızı Oda dizisi, siyah zemin üzerinde kırmızı harflerle şu açıklamayla başlıyor. Yılların birikiminden süzülerek oluşturulmuş bu cümlelerin her birini dikkatle okumanızı öneririm.

Dünyanın hiçbir ülkesi sadece yasalarla, verilen ağır cezalarla şiddeti önleyemedi. Çünkü şiddet çocuklukta öğrenilen ve zamanla alışkanlık haline gelen kötü bir davranış biçimidir. Hayatının bir döneminde fiziksel ya da psikolojik şiddet gören ya da şiddete tanıklık eden çoğu insan daha sonra bu şiddeti başkalarına da uygular ya da ona şiddet gösterecek insanları alır hayatına. Psikolojik şiddet kişinin en yakınları tarafından aşağılanması, hor görülmesi, değersizleştirilmesi, daha da önemlisi sevilmemesidir. Şiddet gösteren insanlar mutsuz, güvensiz ve kırılgandır. Onları hiç sevmeyen, bir türlü onaylamayan bu dünyaya öfkelidirler. En yakınlarının açtığı yaraların bedelini başkalarına ödetirler. Çocukken aldığımız yaraların sonraki hayatımızda bizi nerelere götürdüğünü izlerken, biraz hüzünlensek de hep birlikte şiddete ‘dur’ diyelim.

Çocuklar yaşadığını öğrenir

Bundan 66 yıl önce, Amerikalı yazar ve aile danışmanı Dorothy L. Law (Nolte), 4 Nisan 1954 tarihinde Kaliforniya’da yerel bir gazetenin (The Torrance Herald) haftalık aile köşesi için çocuk yetiştirme üzerine “Çocuklar Yaşadıklarını Öğrenir” başlıklı bir şiir yazdı. Ondan 25 yıl sonra Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu bu şiiri küçük dokunuşlarla Türkçeye çevirerek 1979 yılında basılan “İnsan İnsana” isimli kitabında ilk kez okurlarıyla paylaştı.

Çocuklar yaşadığını öğrenir

Orijinalı yukarıdaki görselde yer alan şiirin aslına uygun yaptığım çevirisi şöyle:

Çocuklar Yaşadığını Öğrenir

Eğer bir çocuk eleştiriyle büyürse, kınamayı öğrenir.
Eğer bir çocuk düşmanlıkla büyürse, kavga etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk korkuyla büyürse, endişeli olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk acınarak büyürse, kendine acımayı öğrenir.
Eğer bir çocuk alay edilerek büyürse, çekingenliği öğrenir.
Eğer bir çocuk ayıplanarak büyürse, suçlu hissetmeyi öğrenir.
* * *
Eğer bir çocuk cesaretlendirilerek büyürse, kendinden emin olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk hoşgörüyle büyürse, sabırlı olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk övgüyle büyürse, kıymet bilmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk kabul görerek büyürse, sevmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk taktirle büyürse, bir amaca sahip olmanın iyiliğini öğrenir.
Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyürse, adaletin ne olduğunu öğrenir.
Eğer bir çocuk dürüstlükle büyürse, gerçeğin ne olduğunu öğrenir.
Eğer bir çocuk emniyet içinde büyürse, kendine ve çevresindekilere inanmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk cana yakınlık ile büyürse, dünyanın yaşanacak hoş bir yer olduğunu öğrenir.

Sizin çocuğunuz ne yaşayarak büyüyor?

TRT Arşiv kayıtlarından, söz konusu şiirin, 1983 yılında Türkan Şoray’ın sesinden televizyonda da yayınlandığını öğreniyoruz.

Kaynak: TRT Arşiv (izlemek için üzerine tıklayın)

Tüm bunlarla anlatılmaya çalışılan bilgiler, sonunda günümüzde televizyon dizileri ile artık çok daha geniş kitlelerin hayatına dokunmaya başladı.

Çocuklukta öğrendiklerimizi yaşıyoruz

Dorothy L. Nolte’un satırlarında da, gerçek hayat hikayelerinden uyarlanan söz konusu dizide de, aramızdaki insanların ve belki de birçoğumuzun yaşamından kesitler var aslında. Çekingenliğimiz, endişelerimiz, korkularımız, öfkemiz, hırslarımız ve daha nicesi. Çoğumuzun bilerek veya bilmeyerek kendimize ve çevremizdekilere yaşattıklarının nedenlerini bulduğu bu öğretilerdeki ana fikir veya anahtar ifade şu:

Çocuklar yaşadıkları şeyleri öğrenirler ve büyüdüklerinde o öğrendiklerini yaşarlar.

Dorothy L. Law

“Çocuklar yaşadıkları şeyleri öğrenirler ve büyüdüklerinde o öğrendiklerini yaşarlar.”

Örneğin, bir yetişkinin öfkelendiğinde ağzından çıkan sözler, genellikle çocuklukta veya geçmişinde kendi işittiği sözlerdir. İşittiği sözlerin kendinde yarattığı duyguyu bir kez öğrenmiş olduğu için onu tekrar ederek aynı duyguyu yaşatmaya çalışır.

Psikolojik şiddetin kalıcı etkilerinin ortaya konduğu araştırmalar gösteriyor ki çocukluğunda anne ve babalarının gözünde değer bulamayanlar, ömür boyu değerini başkalarının gözlerinde ve sözlerinde ararlar. [Doğan Cüceloğlu]

Araştırmalarda, depresyon ve kaygıya eğilimi olan yetişkinlerin, çocukken psikolojik şiddet görenler olduğu gözlenmiştir. Bu kişilerin, ileri yaşlarında hayat kaliteleri akranlarına göre daha düşük olmuştur. Hem fiziksel hem de psikolojik sağlığı daha kötü, zihinsel yetenekleri de daha düşük olan yetişkinlerin, çocukken akranları tarafından zorbaca ve alaycı tavırlara maruz kalanlar olduğu gözlenmiştir.

Sorunun varlığında kendi payımız

Her iki dizide de, özellikle anne-babaların çocuklarında nasıl güçlü etkilere ve derin yaralara sebep olabildiği gerçeği çok iyi yansıtılıyor. Bununla birlikte, bu öğretiler ışığında çıkarmamız gereken derslerden birincisi bence kendimizi anlamakla ilgili:

Her ne olursa olsun, mücadele etmemiz gereken, başkalarından önce kendimiziz. Eğer biz bir sorun yaşıyorsak, çözüm için, o sorunun varlığında önce kendi payımızı bulup görmemiz lazım. Hikâyemiz ne olursa olsun, hepimiz kendi mutluluğumuzdan veya mutsuzluğumuzdan sorumluyuz. Sorunun nedenlerini başkalarında aramak, istenen sonucu vermeyecek bir yanılgı. Ancak biz değişirsek yaşamımız değişir.

Neden bulunduğumuz durumda olduğumuzu veya nasıl bu duruma geldiğimizi sorguladığımızda temelde iki etken ortaya çıkıyor:

  • Çocukluktan alışkın olduklarımız
  • Çocukluktan yabancı kaldıklarımız

İyi veya kötü ayırt etmeden, hayat boyu, alışkın olduğumuz duyguları yaşayacak ve yaşatacak seçimler yapıyoruz. Yabancı olduğumuz duygulardan ise uzak kalmayı seçiyoruz. Sonuçta, neyle büyümüşsek yine benzer şeyler yaşatacak bir çevre ve ortam yaratıyoruz kendimize. Beynimiz nasıl formatlanıyorsa öyle çalışıyor. Çok sade ve yalın bir gerçek, fakat bütün mesele ikisi arasındaki bağı, yani “neden – sonuç” ilişkisini doğru kurabilmek.

Bugün yaşadığımız ve yarın yaşayacağımız ne varsa, büyük oranda erken yaşlarda deneyimleyerek tanıdıklarımızdan, alıştıklarımızdan ibaret. Yaşamadıklarımız ve yaşamayacaklarımız ise, yabancı kaldıklarımızdan. Zaten her alanda, işimiz, uğraşımızdan, giyinip kuşanmamıza, gezip görmemize kadar günlük yaşamlarımızda da hep ne biliyorsak onu yaşamıyor muyuz? Fakat şimdi psikolojik boyutta da, derinlerde hissettiklerimizde, duygu dünyamızda da hep erken yaşlarda öğrendiklerimizi yaşadığımızın ve seçimlerimizle onları yaşatacak şartları oluşturduğumuzun farkına varıyoruz.

Psikolojik şiddetin altında yatan nedenler

İkinci ders, şiddetin kökenini anlamakla ilgili:

Psikoloji bilimine göre, birinde gördüğümüz şiddetin sebebi, aslında onun kırılgan ve sevilmeye, onaylanmaya ihtiyaç duyan ruhu. Çocuklukta zedelenen değer duygusu sonucu güçlü görüntüsünün altındaki korkularla dolu, aşırı kırılgan kişiliğin yansımaları. Çocukluğunun yaralarını sahiplenip onların arkasına saklanan, bu yüzden de hayatı ve sevgiyi yaşayamayan, güçlü görüntünün altındaki zayıf ve mutsuz kişilik.

Korku ne kadar fazlaysa, şiddet o kadar güçlü ortaya çıkıyor.

BakiKaracay.com

Korku ne kadar fazlaysa, şiddet o kadar güçlü ortaya çıkıyor. Bunun sistematiğini anlamak için ormanların kıralı olarak gördüğümüz aslanın vahşiliğini ve uyguladığı şiddetin “nedenini” düşünün: Ölüm korkusu! Evet, yetişkin bir aslanın bitmez tükenmez şekilde, gözünü açtığı her günde, hayatta kalabilmek için altı kilo sıcak et bulup yemeye ihtiyacı var. Şiddeti, acımasızlığı o yüzden.

Benzer şekilde, örneğin, öfkenin gerisinde yok sayılma korkusu var. Çocuklukta yaşanan yok sayılmanın yarattığı korku, ileri yaşlarda öfkeli bir kimlik yaratarak veya öfke patlamalarıyla önlenmeye çalışılıyor. Öfkeye sarılmanın gerisinde onunla var olma çabası var.

Kıskançlığın gerisinde güvensizlik ve yetersizlik korkusu, bu yüzden kendi yaşayamadığını başkalarının da yaşamadığına inandırma çabası var. Çocukluğunda yalnızca sahip oldukları karşılığında sevgi verilmesinin sonucu. Diğerlerinin mutluluğundan incinme, o yüzden.

Dik başlılığın gerisinde güçsüzlük korkusu ve güçlü görünme çabası var.

Kibrin gerisinde değersizlik korkusu ve bu hissi gizleyip kendini tam tersini hissettiğine inandırma, böylece kişiliğindeki boşluk veya eksikliği doldurma çabası var.

Böbürlenmenin gerisinde karşısındakinin gözü önünde kendini teselli çabası var: Başkalarının tanıklığında kendinin tanımladığı gibi olduğuna inandırma gayreti.

Küçümsemenin gerisinde aşağılanma korkusu ve ona karşı kendini değerli hissetme çabası var.

Yalancılığın gerisinde suçlanma korkusu ve kendine güvenli bir ortam yarattığını hissetme çabası var. Korkutularak büyümenin sonucu.

Cimriliğin gerisinde çaresizlik korkusu ve zor günlere karşı hazırlıklı olduğunu hissetme çabası var.

Mükemmeliyetçiliğin gerisinde onaylanmama korkusu ve kendini eksik, yetersiz hissetmeme çabası var.

Hakaretin gerisinde ezik ve değersiz hissedişi önleme çabası var.

Kaba ve çirkin dilin gerisinde, karşısındakini kendini hissettiği değersizlik seviyesine indirme gayreti var.

Kindarlığın gerisinde yeterince sevgi göremeden büyüme, nefretin gerisinde şiddete maruz kalarak büyüme, hırsın gerisinde engellenerek büyüme, iki yüzlülüğün gerisinde kandırılarak büyüme, kendine acımanın gerisinde acınarak büyüme var.

Bu gözle baktığımızda ya da bilinçaltının dilini anladığımızda, insanların olumsuz huy ve davranışlarının altında kendilerini koruma, değerli ve yeterli hissedebilme çabasının yattığını görebiliyoruz. İlk anda olumsuz yargıladığımız huy ve davranışlar, bir bakıma onların yardım çığlığı. Çare ise onların asıl ihtiyaç duyduğu, içlerindeki iyilikle tekrar bağlantı kurabilmelerine yardımcı olmak.

Güç savaşları

Araştırma sonuçlarına göre, bugünkü kişilik yapılanmamızda, çocukluk yaşantımız ve o dönemde öğrendiğimiz ilişki modelleri son derece etkili. İnsanların büyürken gördüğü tutum ve davranışlar, yetişkinlikte de hak ettiğine inandığı tutum ve davranışlara dönüşüyor. Bununla birlikte, gördüğü bu tutum ve davranışları kendisinin de çevresindekilere uygulayabileceğine inanıyor.

Baskı ve şiddet görerek büyümek, sonrasında, baskı ve şiddeti içselleştirip güç kullananla kendini özdeşleştirmeye kadar varıyor. İnsanlar kendilerine uygulanan şiddeti çocuklukta öğreniyor; bir zaman sonra, öğrendiği şiddeti daha fazla hasar almamak için bir çare (model) olarak benimsiyor ve kendisi uygulamaya başlıyor. Böylece, ya sevdiği kişi tarafından uğradığı şiddeti normalleştirerek, kabullenip “kurban” olarak ya da şiddeti bir problem çözme aracı olarak kullanan bir “zorba” olarak devam ediyor hayatına. Şiddet görenlerin büyüdüklerinde aynı türden şiddeti çevrelerindekilere uygular duruma gelmelerinin nedeni bu. “Seni üzmesinler, sen üz; sert olursan seni kimse üzemez!” Böylece şiddet kuşaktan kuşağa aktarılmış oluyor.

Araştırmacılar, sevgi çatısı altına yerleştirilmeye çalışılan psikolojik şiddet eğiliminin, benliği ve onuru zedelenmiş olan kişilerde ortaya çıktığını belirtiyorlar. İlişkilerinde şiddete yönelimi olan kişilerin ortak paydası, yakınlık ihtiyacının giderilebileceğine olan inançsızlık ve bunun doğurduğu terk edilme ve yalnız kalma korkusu. İçlerindeki bu güvensizliğin nedeni, gelişim dönemlerinde tatmin edici bir yakınlık duygusu yaşayamamış olmaları.

Olumsuz davranışlarla dolu kaotik bir ortamda geçirilen çocukluk, yetişkinlikte hassas ve kırılgan modu devreye sokarak samimi bağ kurabilme kapasitesini olumsuz etkiliyor. Bu tür çatışmalı ortamlarda yetişenlerin bildiği tek bağ kurma türü, güç savaşları şeklinde kendini gösteriyor. Sürekli kavgaların yaşandığı, ancak mecburen birlikteliğin devam ettiği aileler, çocuğun iç dünyasına sevgi ile şiddeti iç içe gören bir mesaj kazıyor. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk, yetişkinlikte de alışkın olduğu şiddet ve kaosu arar hale geliyor, ortada bir çatışma olmadığı sürece duygularını hissedemiyor. Kavga ve şiddet içermeyen ilişkileri eksik ve yavan buluyor, her terk edilme korkusu yaşadığında bağ kurma aracı olarak kavga ve şiddete başvuruyor. Oysa sevgi, güvenin ve neşenin yaşandığı yerde vardır, şiddetin olduğu yerde sevgi yoktur.

İnsanların ve yaşananların gerçek yüzünü görmek istiyorsak, alıştığımız yargıların dışına çıkıp bu yeni bakış açısını geliştirmek ve olayları bu gözle izlemek durumundayız.

Son söz

Kırmızı Oda’nın başlangıcındaki “Dünyanın hiçbir ülkesi sadece yasalarla, verilen ağır cezalarla şiddeti önleyemedi” ifadesinden yola çıkarak şunu söyleyebilirim:

Sorunlarımız gerçekte ne politik, ne ekonomik, ne de başka bir şey! Asıl sorunlarımız tamamen psikolojik ve insanı anlamakla ilgili. Çünkü her insanın sonuçta aradığı tek şey var; o da yalnız ve yalnızca mutluluk.

Pandemiyle birlikte, insan psikolojisiyle ilgili konularda hızla farkındalık yaratan bu süreç, sorunlarıyla yüzleşme alışkanlığı pek olmayan toplumumuzda yaygın ön yargıları sarsacağa benziyor. Yaşanan onca olumsuzluğa ve üzücü olaya karşılık, Kırmızı Oda ve Masumlar Apartmanı dizileri, belki de 2020 yılına bakışımızı değiştirecek, daha sağlıklı ve daha huzurlu bir yaşama yönelmemizin bir kilometre taşı olarak hafızalarımızda yer alacak. Vurdulu-kırdılı, bağrışıp çağrışmalı, şiddeti sıradanlaştıran televizyon dizi dünyasının da umarım bundan sonra daha nitelikli, fayda üreten yapımlar düzeyine geçmesine de yol gösterici olacaktır.

Şiddet denen şeyin bir virüs gibi bulaşıcı olduğunu görüyoruz. İnsan ruhuna bir kez girdi mi kuşaklar boyu devam edip gidiyor.

BakiKaracay.com

İnsanları bulundukları duruma taşıyan travmaları ve onların adım adım çözülmesini izlemek içimizi sızlatsa da izlediğimiz bu yapımlarda şiddet denen şeyin bir virüs gibi bulaşıcı olduğunu görüyoruz. İnsan ruhuna bir kez girdi mi kuşaklar boyu devam edip gidiyor. İnsanlar, çocuklukta açılan yaralarının, bilinçaltılarına yerleşmiş olan korkularının üzerine gitmez, onları yok sayarlarsa dönüp dolaşıp kendilerini yine aynı hayatın içinde buluyorlar.

Ancak en derin yaralar bile konuşuldukça ve anlaşıldıkça iyileşebiliyor. Ve her şeyin anahtarı sevmek.

Bu yazıya, Carl Jung‘un can alıcı bir tespitiyle son verelim.

“Bilinç haline getirene kadar bilinçaltınız hayatınıza yön verecek ve ona kader diyeceksiniz.”

Umarım yaşadığımız gelişmeler, sorunlarımızın kaynağını anlamamıza yardımcı olur ve insanlık olarak hepimizi, hatalı davranışlarımızın doğurduğu hasarları küçümseme ve çözümü başkalarında arama yanılgımızdan uyandırır.

Yukarıda bağlantılarını verdiğim, psikolojik şiddet üzerine diğer yazılarımı okumayı lütfen unutmayın!

Yeni yazılarda görüşünceye dek, “öğrenmeye devam edin.”

Yazar Hakkında

Baki Karaçay (MPA)

iO Akademi'de Eğitmen, Danışman. 25 yılı aşkın süre profesyonel deneyim sahibi Kamu Yönetimi Uzmanı (YL) ve Mühendis / Antalya Valiliği AB Projeleri Koordinatörü (2009-2020). Avrupa Birliği Projeleri kitabının yazarı ve Proje Döngüsü Yönetimi Eğitmeni. Sosyal Psikoloji meraklısı. Fotoğraf gönüllüsü. Webmaster. Bağlama sanatçısı. Kayakçı, doğa yürüyüşçüsü.

Yorumunuzu Ekleyebilirsiniz

3 yorum

  • Bilinç haline getirene kadar bilinçaltınız hayatınıza yön verecek ve ona kader diyeceksiniz… Çok faydalı bir yazı olmuş, önemli bir konuyu ele almışsınız. Farkındalık çok önemli. Sorunun varlığı fark edilmedikçe çözüme ulaşılmaz. Umarım insanlara güzel bir kapı açar yazınız. Teşekkürler.

  • Kırmızı Oda dizisinin 21. bölümü giriş yazısında tam da “Yanlışı Kınamak Yerine Doğrunun Bilgisini Vermeyi Seçmek” başlıklı yazımda üzerinde durduğum doğrultuda karşılaştığım değişimi buraya not etmek istedim. Yazı, sorunun teşhisi yerine bu kez “çözüm” hakkında bilgi veriyor:
    “Bir çocuk dünyaya geldiğinde onun en iyi tanıdığı duygu korkudur; ölüm korkusu. Eğer onu kucağına alan anne hayatla barışıksa, huzurluysa, bebeğini çok seviyor ve onu bağrına basıyorsa, bu korku giderek azalmaya başlar ve zamanla yerini derin bir huzura bırakır. Dünyadan ve yaşamaktan korkmayan, sevildiğini ve onaylandığını bilen insanlar, hayatları boyunca şiddetten uzak dururlar.”
    Kırmızı Oda Giriş Yazısı