Sosyal / Kültürel

Görmezden Geldiklerimizi Görme Zamanı — Pandeminin Gösterdikleri

Koronavirüs Günlerinin Gösterdikleri

Koronavirüs trajedisiyle birlikte beklenmedik şekilde eski hesaplar günün gerisinde kalıyor. Tehdidin insanlar arasında bilinen ayrımları gözetmeyişi, tüm insanları, güçlerimizi birleştirerek bir bütün olarak hareket etmeye ve buna uygun sistemler geliştirmeye zorluyor. Büyük değişimlerin eşiğindeyiz; alışık olduğumuzdan farklı bir zeka, farklı bir güç ve farklı bir mücadele türü geliştirmemiz zorunlu.

Bütün insanlar aynı tehdit altında. Aynı felaketi, aynı ruh halini yaşıyoruz. Zor günlerin ve yaşanan kayıpların acısını hepimiz hissediyoruz. Eli, ayağı, kolu, kanadı olmayan, uçmaz, kaçmaz bir virüs tutsak aldı tüm yerküreyi. Hareket edemeyen, üstelik canlı tanımına uymayan, üreme kabiliyetine bile sahip olmayan bir virüs. (E, o zaman nasıl oluyor da bu kadar çoğalabiliyor diye sormak gelebilir aklınıza. O başka bir yazının konusu belki.) Bu yazının konusu pandeminin bize gösterdikleri. Almamız gereken dersler ve çıkış yolu.

Yaşadığımız bu sıra dışı süreç, uzun zamandır görmediğimiz veya gözardı ettiğimiz birçok şeyin farkına varmamıza yardımcı oluyor. Yaşananlardan yeni dersler çıkarıyor, neyin daha değerli olduğunu görmeye başlıyoruz. Bilim, sağlık, temizlik ve gıda gibi birçok şeyin taşıdığı önemin farkına varmamız bir yana, hatalı tutum ve davranışlarımızı görmeye başlıyoruz. Ne gibi mi? Bu yazıya kapı açan şu tweet’imi buna örnek göstererek başlayabilirim sanırım. Böylece, yazının sonunda gelmek istediğim asıl konuya da sert olmayan bir giriş yapmış oluruz.

Yaşadığımız eve kapanma deneyiminden, hayvanat bahçeleri dediğimiz yerlerin hayvanlara sevgi duymak için gidilecek “bahçeler” olmadığını daha iyi anlamaya başladık. Hayvanları doğal ortamından koparıp tutsak ederek seyretmenin onlara acı vermek olduğunu görüp buna artık destek vermeyi keseceğimizi ve bu gaddarlığı daha hızlı terk edeceğimizi umuyorum.

Hayvanlarla ilişkimiz konusunda dahası var. Koronavirüs ile birlikte dünyayı etkileyecek büyük bir kırılma insanların hayvanlara olan yakınlaşması ve yeme alışkanlıklarında belirginleşmeye başladı.

Büyük bir hata mı yapıyoruz?

Salgın, bizi bazı sorgulamaları yapmaya zorluyor. Bilimsel bulgular, enfeksiyon hastalıkların dörtte üçü gibi büyük bir bölümünün hayvanlarla yakınlaşmamızdan kaynaklandığını ortaya koyuyor. Tüberküloz inek sütünden, nezle attan, grip kanatlılardan insana bulaşarak başladı. Halen muayene ve kontrollerde, sığırlarda veba, şarbon, yanıkara, tüberküloz, şap, kuduz, dizanteri, koyun ve keçilerde, uyuz, şarbon, kuduz, kanatlılarda, newcastle, kolera, tifo, difteri ve tüberküloz hastalıklarının varlığı aranır. Bunların hepsi zoonoz (zoonotik), yani hayvanlardan ve hayvansal ürünlerden insanlara geçen hastalıklardır. (Terimin kökeni Yunanca zoon [hayvan] ve nosos [hastalık] sözcükleridir.)

Hayvanlardan bu şekilde yararlanmakla, daha düne kadar zenginlerin lüks yemeği olan et vb. hayvansal ürünlerle beslenmeyi bu kadar kolaylaştırmakla büyük bir hata mı yapıyoruz?

Kuduz, ebola, AIDS, domuz gribi, kuş gribi, deli dana, MERS, SARS, Covid-19 ve belki daha pek çok hastalık, yaşadığımız pek çok sorun doğayla kurduğumuz ilişkiden kaynaklanıyor. Onları binbir teknikle tutsak ederek ve öldürerek, ürünleriyle besleniyoruz. Hayvanların yaşam alanlarını işgal etmek, yeni salgın hastalıkların yayılması riskini artırıyor ve hepsinde sorumluluk insana ait.

Veganlıktan, yalnızca dalından düşen meyve ve kuru bitkilerle beslenmeyi esas alan frutaryenliğe kadar çözümlerin giderek yaygınlaşacağı görülüyor. Pek yakında hazır menülerde bu tür seçeneklerle karşılaşmaya şaşırmayacağız. Ya da doğayla ve hayvanlarla ilişkimizi değiştirmediğimiz sürece salgınlar yaşanmaya devam edecek.

Bu konularda daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz, aşağıdaki bağlantılardan yararlanabilirsiniz.

Bugün yaşadıklarımızın geçmişteki uygulamalarımızın sonucu olduğunu biliyoruz. Bunlar gibi, hata mı yapıyoruz diye sorgulamaya başladığımız, doğayla aramızdaki dengeyi sağlamanın ne kadar önemli olduğunu gösteren birçok konu var. Ancak bu yazıda üzerinde durmak istediğim değişim biraz daha farklı.

Düşman her yerde olabilir

Pandemi, daha önceden bildik hiçbir düşmana benzemiyor. Tehdit her yerde olabiliyor, ancak görülmüyor. Bildiğimiz hiçbir ordu bu düşmanla savaşıp kazanacak durumda değil. Çünkü:

  • Salgın, insanlar arasındaki hiçbir ayrımı tanımıyor.
  • Salgın karşısında tüm insanların bir bütün olarak hareket etmesi zorunlu.

Ve elbette bir gerçeği daha unutmamak lazım: Salgınla mücadele bilimsel bilginin rehberliğiyle mümkün.

Eski hesapların bittiği yer

Salgınla birlikte tüm dünyanın büyük bir bocalamanın içine düştüğünü gördük. Gelişme adına süregiden onca koşuşturma, kavga ve gürültüye rağmen, meğer koca dünyada güvenilecek bir düzen yokmuş diyerek şaşırıp kaldık. Bu türde küresel bir felakete karşı hazırlıklı olmayışımız, sosyal düzenimizi ve yaşam rutinlerimizi değiştirmemize neden oldu.

Tüm ilerlemelere rağmen sağlık gibi en yaşamsal konuya pek önem verilmediği ve yerleşik sistemlerin ortak hareketten, güçlü işbirliğinden yoksunluğu ortaya çıktı. Ne modern silah ve robot teknolojileri, ne uzay programları, ne yapay zeka, ne de sanal gerçeklik bu durumu değiştirmiyor. Konu sağlık olunca, diğer mücadeleler ve ideolojik tartışmalar bir anda sona erdi ve neredeyse hiç bir anlamı kalmadı.

Bir tehlikeden korunmak için yapabileceğimiz en son şey evlerimize sığınmaktı ve neredeyse tüm dünya artık bu çaresizliğin ne demek olduğunu biliyoruz. Türümüzün pek de akıllıca hareket etmediğine ve kendini varsaydığı kadar zeki olmadığına yakından tanık olduk.

Yaşanan derin sarsıntı büyük bir yıkıma neden oluyor. Henüz pandeminin başlangıcındayız ve yol açtığı sorunlarla yüzleşmiş değiliz, ancak eğitim ve üretim gibi önemli faaliyetlerin aniden kesintiye uğramasıyla birlikte, küresel düzeyde durgunluğun, bozulmaların, iflasların, mali kayıpların, ekonomik daralmaların, işsizlik, yoksulluk ve hatta eşitsizliğin artacağını öngörebiliyoruz. Önceki planlamalar anlamını yitirdi. Günün gerisinde kalmış önceliklerin, tüketerek büyümeye dayalı politik, ekonomik, stratejik, sosyal, ekolojik modellerin birçoğunun değişmesi gerektiğine dair işaretler artıyor. Büyük ihtimalle geçmişte yapılan ve bilinen birçok hesabın bittiği yerdeyiz. Önümüzde şimdiye kadar rastlamadığımız çapta büyük bir belirsizlik var. Belki de inanılmaz büyük değişimlerin eşiğindeyiz. Görmezden geldiğimiz birçok şeyi görmemizi sağlayan da içine düştüğümüz bu yeni durum.

“Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için”

Salgın, tüm insanları alışık olduğumuzdan farklı bir bakış açısı geliştirmeye yönlendiriyor.

Alışık olduğumuzdan farklı bir bakış açısı geliştirmeye yönlendiriliyoruz. Farklı bir zihniyetle, farklı bir güç ve farklı bir mücadele türü zorunlu.

BakiKaracay.com

Pandemiyi tamamen ortadan kaldırabiliriz, çünkü virüsü zaten başından beri biz insanlar gezdiriyor, birbirimize bulaştırarak yayıyoruz. Onu bir düşmana dönüştüren ve başına bela eden de biz insanlarız. Bu durumdan kurtulmak için, farklı bir zihniyetle, farklı bir güç ve farklı bir mücadele türü zorunlu.

Bu mücadelede gözümüzü açan, aynı zamanda bize yol gösteren bir gerçek var:

Tüm insanlar güçlerimizi birleştirip bir bütün olarak hareket etmediğimiz sürece, salgınla mücadelede sürdürülen çabaların hiçbir anlamı kalmıyor. Birlikte yaşamı başaramazsak, yaşamlarımızı birlikte kaybedeceğiz.

Kendimizi korumak, başkalarını da korumayı gerektiriyor. Çünkü başkalarını korumak, kendimizi korumak anlamına geliyor. Tehditlerden korunmak istiyorsan, kendin için istediğini başkaları için de istemeli ve yapmalısın. Çünkü birimiz hepimizi, bir şey her şeyi etkiliyor. Herkesin sorumluluğu var ve kimsenin mücadelenin dışında kalmayı seçme gibi bir hakkı yok. Her düzeyde kolektif bir çaba zorunlu. Anca beraber kanca beraber.

Farklı bir zeka ve güç

Salgının, insanları toplu bir mücadele yapma zorunda bırakması, bizi daha bütüncül ve empatik düşünebilen bir zeka geliştirmeye zorluyor. Daha işbirlikçi, dayanışmacı ve özverili, yalnızca kendimizin değil, diğerlerinin ihtiyaç ve sıkıntılarını da gözeterek davranmayı sağlayacak bir zeka. Kimse hariç bırakılmadan, herkesin kendini ve diğerini korumaya özen gösterdiği, özellikle zor durumdakilere daha fazla desteğin sağlandığı, daha adil yaşam biçimini başarabilecek, küresel çözümler geliştirebilen bir zeka.

Bir zincirin gücü, onu oluşturan halkaların en zayıfı kadardır.

Anonim

Gezegenimizdeki yaşamın bütünlüğüne bu çapta ilk defa tanık oluyoruz. “Küreselleşmenin” ne anlama geldiğini, gözardı ettiğimiz farklı bir yönüyle anlamaya başlıyoruz.

Güçlerimizi birleştirmenin ve birlik olmanın anlamını hatırlıyoruz. Güçlü olmanın ölçüsünün, diğerlerini güçsüz hale getirmek olmadığının farkına varıyoruz. Kendimizi korumak için içe dönmenin ve dış dünyaya kapanmanın çözüm olmadığını görüyoruz. Kimse hayatın merkezinde değil; kendi çıkarlarının diğerlerinin çıkarlarından daha önemli olduğuna inanmak felaketlere götüren büyük bir yanılgı. Karşımızdaki, kimsenin ve hiçbir ülkenin kendi içinde veya tek başına çözebileceği bir sorun değil. Bu süreçten güçlenerek çıkmak için ortak iyiliğimizi gözetmek, ortak pozisyon alıp ortak eylemlerde bulunmak zorundayız.

Bir zincirin gücünün en zayıf halkasının gücü kadar olması gibi biz insanlar da en zayıf olanımızın gücü neyse hep birlikte gücümüzün ondan öteye gitmediğini görüyoruz. Birilerini zayıf bırakmak, ortak bir felaketin yolunu açmak demek. Bireysel tercihlerimizi, başkalarını da gözetmek yönünde genişletmemiz gerekiyor. Herkes güvende olmadıkça dünya güvende değil; dünya güvende olmayınca, kimse güvende değil.

Tüm bunları görmeye başladık ve gittikçe daha büyük ölçeklerde de göreceğiz. Belki bu yönde edilen çok laflar duymuş, okumuştuk, fakat bu kez bunun sorumluluğunu çarpıcı şekilde hissettiğimiz bir zamandan geçiyoruz.

Geleceğin dünyası

Öngöremediğimiz bir geleceğe doğru yol alıyoruz. Yaşam bize sınırlar belirliyor; belki de biz haddimizi bilemediğimiz için. Çocukluğumuzda, kimse kaygı duymadan akşamlara dek neşeyle sokaklarda oynadığımız günlerden, önce çocukların gözümüz önünde olmadan dışarı adım atamadığı, şimdi ise ancak belirli günlerde sınırlı bir süre sokağa çıkabildiği günlere geldik. Arkadaşlarıyla birlikte koşturup oynayamadığı, kimseye sarılamadığı günlere. Bundan sonrası belirsiz.

Koronavirüs bir mutasyon geçirip kendini yok etse ve bir süre sonra tehlike atlatılsa bile muhtemel yeni salgınlar, çevre felaketleri korku yaratmaya devam edecek. Bu tür ihtimallerle yaşamamız gerektiğinin bir kez farkına varmış olduk. Süreç uzadıkça da salgın başımıza başka dertler açacak ve tahmin etmediğimiz bambaşka sorunlarla yüzleşmeye başlayacağız gibi görünüyor. Belki de koronavirüsün sonsuza dek bizimle olacağını kabulleneceğiz.

11 Eylül sonrasında birçok yeni güvenlik önlemini küresel çapta normal olarak kabullendiğimiz gibi bundan böyle de bir dizi yeni fikirler ve uygulamalar hayatımıza girmeye başlayacak. İstemeden maruz kaldığımız bir gerçekliğin kurbanları gibi yeni anlayış ve kavrayışlara doğru adeta itiliyoruz.

Şimdi kafalardaki soru, gelecekte nasıl bir dünyayla karşılaşacağımız. Bunu henüz net olarak bilmiyoruz, ancak tehdidin bizi uyardığı konular ve başarılı uygulamalarda, kurulması gereken düzene dair yol gösterici ipuçlarını görüyoruz.

Nerede hata yapıyoruz?

Dünya tarihi belki yeniden yazılacak. Yaşayacağımız dönüşümü eğer daha iyiye doğru başarabilirsek geleceğin dünyası dünden hayli farklı olacak. Öte yandan değişime ayak uyduramayıp günün gerisinde kalmanın ve bildik hatalı tutumlarda ısrarın yeni tehlikelere daha büyük kapılar açmak olacağı kesin.

Peki, nerede hata yapıyoruz? Bugüne dek neden bütüncül ve empatik yaklaşımla sistemler geliştirmedik? Bizi bu zayıflık durumuna getiren, daha güçlü sosyal zeka geliştirmekten alıkoyan şey ne? Önemli olan, buradan kendimize bir ders çıkarabilmek.

Alışık olduğumuzdan farklı bakış açısını, farklı zihniyetle, farklı bir gücü ve mücadele türünü nasıl geliştireceğiz? Birbirimizi anlamayı, birbirimizle dayanışmayı, işbirliğini ve güçlerimizi birleştirmeyi nasıl başaracağız?

Bana göre bu sorunun yalın bir nedeni var: İlkelliği terk edip gelişerek.

Daha da açıkçası, yobazlık ve ayrımcılığı geride bırakıp uygarlaşarak.

Eğer bu süreçten bir ders almamız gerekiyorsa, asıl odaklanmamız gereken konunun bu olması lazım.

Gerçeğin herkes farkında

Gelişmek, ancak ilkelliği terk etmekle mümkün. Hem ilkelliği sürdürmek ve hem de gelişmişliğin getirilerinden yararlanmak mümkün değil. Güvende kalmak istiyorsak, işbirliği ve dayanışma içinde bir bütün olarak hareket etmeye engel olan tutumları terk etmek zorundayız.

Dikkat ederseniz, hiçbir insan yobazlık ve ayrımcılığı kendine yakıştırmaz. Çünkü yobazlık ve ayrımcılığın asla tasvip edilir şeyler olmadığı gerçeğinin herkes farkında. Büyük ihtimalle bu, genetik mirasımızın bir sonucu. Geliştikçe, olgunlaştıkça, yobazlığı ve ayrımcılığı geride bırakıyoruz. Fakat bunlara hâlâ ne kadar yakın olduğumuzun, tutumlarımızın zaman zaman bu tanımların içerisine girdiğinin ne yazık ki pek çoğumuz hiç farkında değiliz. O nedenle, sırası gelmişken yobazlık ve ayrımcılık kavramlarının biraz düşündürücü tanımlarına burada dikkat çekmek istiyorum.

Kendine benzeyeni kayırma

Yobazlık, temelde yalnızca kendine ve kendine benzeyene hak tanıyan hoşgörüsüzlüktür.

BakiKaracay.com

Yobazlık, temelde yalnızca kendine ve kendine benzeyene hak tanıyan hoşgörüsüzlüktür. Hangi hak mı? En küçük şeyden, yaşam hakkı tanımaya kadar her türlüsü olabilir. Kendine benzeyeni ayrı tutmak, kayırmak, “farklı” olanı asla kabullenememek, kendine ve benzerlerine tanıdığı hakkı diğerlerine tanıyamamak.

İzlediğimiz belgesellerde, doğadaki canlıların hemen hepsinin bu tür temel bir özelliğini gözlüyoruz. Farklı olan hemen her şeyi, kendine ve yaşamına tehdit olarak algılamak yaygın bir savunma biçimi ve de hayatta kalmanın koşulu.

İnsan ise sosyalleştikçe ve bir arada yaşamak durumuyla yüzleştikçe diğerlerini tehdit olarak algılama kaygısını terk etmeyi başarmakta ve herkesin eşit temel haklara sahip olduğunu kabullenmektedir. Ancak sosyalleşme, dünya yüzündeki her bireyde ve her toplumda farklı düzeylerde gerçekleşmekte olan bir süreçtir. Sosyalleşmeyi başaramayan bireyler ve toplumlar, doğal bir refleksle diğerlerini kendi dar dünyasına tehdit olarak algılamaya devam etmektedir. O nedenle, kendi gibi olmayan diğerleri, genellikle karşı tarafta ve hedefindedir bu tür insanların ve toplumların. İşin kötüsü, bu durumda olan biri ruhunda taşıdığı korkunç duyguları, fiziksel özellikleri, kültürü, fikri, inancı, hayat görüşü, yaşam tarzı kendi gibi olmayan herkese, her şeye yönlendirebilmektedir!

Önce iğneyi kendimize batıralım

Peki, biz yobazlıktan yeterince uzak mıyız? Bunu belirlemenin yolu var.

Bir dünya görüşünü ve yaşam tarzını benimsemek, onu eleştirilemez bulmamıza neden oluyorsa ve ondan uzak olan veya o görüşe karşı çıkan farklı görüşleri, öğrenme ve anlama duyarlılığından bizi uzak düşürüyorsa, kendimizi bir yobazlık testinden geçirmemizde yarar var.

Zira yobazlık toplumun bütün katmanlarında olabilir ve kolayca kutup değiştirebilir. Kendisininkine benzeyenden başka hiç bir fikre, inanca, yaşam tarzına saygısı, tahammülü olmayanlar dünyanın her yerinde vardır ve yobazlık tüm dünyanın sorunudur. Çünkü, kendi gibi olanlar için öyle olmayanların haklarını feda etmek ahlaki bir sorundur.

Çare ne? Çareye geleceğiz, ancak daha önemlisi, önce sorunu iyi analiz etmek. Ayrıştırmaya da kısaca değinelim.

Bütünlüğü bozma

Ayrıştırmak da bir bakıma yobazlığın dışa vurumu. Nedir ayrıştırmak? Birbirinden ayırmak, birlikteliği bozmak suretiyle bütünlüğün bozulmasına yol açmak.

İnsan beyni hayallerle ve inançlarla dünyevi gerçekleri keskin bir sınırla ayırt edebilecek yeteneğe sahip değil. O yüzden kafamızda yarattığımız ayrımları dünyevi gerçekler sanmak kolaylıkla olası.

Ayrımcılık ve ayrıştırma hakkında konu edilebilecek çok şey olduğunu biliyorum. Sözü uzatmadan, bu konuda kısaca şunu söyleyebilirim:

Birilerini veya bir şeyleri tanımlarken bile, eğer “farklılıkların” ifadesi yerine kafamızda “biz ve diğerleri” ayrımı oluşuyorsa, o yaklaşımımızla ayrıştırıcılık yapıyor, birlikten, bütünlükten her anlamda uzaklaşıyoruz demektir.

Aynı dili konuşmak, aynı çevrede yaşamak veya aynı inancı paylaşmak gibi şeyler çare değil. Aynı dili konuşmaya devam ediyor olsak da sözlerimizle kolaylıkla ayrıştırma tuzağına düşebiliyoruz. Bu bir anlayış ve kabul meselesi.

Farklılıklar realitedir, doğaldır ve zenginliktir. Ancak farklılıklar nedeniyle temel haklar açısından eşitliği bozmak, birine hak tanırken diğerini yok saymak, ayrıştırmaktır. Bir tarafı mutlu eden bir söz söylerken bile eğer bu söz diğerleri için kırıcı, üzücü olabiliyorsa, birini savunurken sözlerimiz başka birini incitici oluyorsa, bir iyiyi yüceltirken başka bir iyiyi yok sayıyor, bir şeyi anlamlandırırken başka bir şeyi anlamsızlığa mahkum ediyorsak, ayrıştırıcı tutumlardan kurtulamamışız demektir. Varın ötesini siz düşünün.

Çare: Uygarlık

Salgının, yaşanan dehşet yanında, sosyal, siyasal yapılar, ekonomik düzen ve insan ilişkileri gibi alanlarda başlattığı değişim aslında bize çıkış yolunu da gösteriyor: Uygarlaşmak.

Uygarlık, insan onuruna yakışır şekilde bir arada yaşamanın yegâne yolu ve de sonucudur. Her yaşayana kendinin yararlanabildiği aynı temel hakları tanıma olgunluğunu gerektirir.

Yaşamlarımızı ve dünyamızı iyileştirmek için sahip olduğumuz en muhteşem güç, empati yeteneğimizdir —diğerlerinin ihtiyaç ve sıkıntılarını hissederek anlayışlı davranabilme.

BakiKaracay.com

İnsanın ilkellikten uygarlığa geçişi, empati sayesinde gerçekleşmektedir. Yaşamlarımızı ve dünyamızı iyileştirmek için sahip olduğumuz en muhteşem güç, empati yeteneğimizdir —diğerlerinin ihtiyaç ve sıkıntılarını hissederek anlayışlı davranabilme.

Kısacası çare, kendine ne sanırsan, diğerlerine de onu sanmak. Bunun yolu, onuru, insan onurunu, en yüce değer olarak kabullenip baş tacı etmek. Bütün insanların eşit onura sahip olduğu ve eşit saygıyı hak ettiği gerçeğini kabullenmek. Kendi onurumuzu ve aynı şekilde diğerlerinin onurunu kendi onurumuz gibi, aynı hassasiyetle korumak. Beğenmesek dahi, onur kırıcı karar, tutum, davranış ve uygulamalardan uzak durmak. Yabancılaştırmamak, ötekileştirmemek, bölmemek, kamplaştırmamak. Karşına almak yerine, anlamaya çalışmak ve yakınlık duymak. Ayrımcı ve etiketleyici dilden, tutumdan, tavırdan uzak durmak. Biz ve diğerleri ayrımını gönlünden tamamen silebilmek.

Birleştirme iyiliğe, ayrıştırma kötülüğe hizmet etmektir. Birlik ve dayanışma, hem bireyleri, hem de toplumları güçlendirir. Salgın tehdidi karşısında yer yer gösterilen dayanışma buna güzel bir örnek. Ayrımcı ve dışlayıcı tutum takınmayı bırakıp kapsayıcı ve adil tavır takınmayı başardığımız ölçüde bunun getirisini görüyoruz. Bu potansiyele her zaman sahibiz. Bilimde ve sanatta bu evrensel dile ulaşmayı nasıl başardıysak her alanda başarabiliriz.

Eğer gerekli dersi alıp uygarlaşma yolunu kat edemezsek, inkâr da etsek veya kendimize başka tanımlar da yakıştırsak, yobazlıkla bağımız devam eder gider ve sonuçlarına katlanmaktan kurtulamayız.

Çağdaş uygarlık

Güven ve huzur içinde bir arada yaşama, bireylerin sahip oldukları farklı özellikleri ayrıştırma unsuru olmaktan çıkarıp bir zenginlik haline dönüştürebilmenin getirisidir. Hoşgörü, barış, adalet gibi empatiye dayalı evrensel değerler sonuçta sosyal yaşamı düzenleyen ahlaki, hukuki, siyasi ve idari prensipleri oluşturarak insanları çağdaş uygarlık düzeyine getirmiştir. Bu prensipler sayesinde, geçmiş toplumlarda olağanmış gibi kabullenilen birçok ayrıştırıcı, incitici tutum ve uygulama zamanla terk edilmekte ve günün gerisinde kalmaktadır.

Bu arada, uygarlaşmayı daha erken hedef edinmiş toplumlar genellikle batıda olduğu için, yanlış bir algıyla uygarlığı batının icadı gibi gören, hatta ona kötü gözle bakan bir anlayış da var ne yazık ki. Oysa, uygarlık, bir ülkenin veya bir toplumun icadı ya da tekelindeymiş gibi algılanmamalı. Uygarlaşmak, birlikte huzur içinde yaşamın kaçınılmaz hedefi ve sonucudur. Altın kural: Kendin için istediğini başkaları için de istemek, kendin için istemediğini başkaları için de istememek. Toplumlar uygarlaştıkça, doğal olarak, o yolu daha önce kat etmiş, uygarlaşmayı başarmış olanlarla benzeşirler. Bu da zaten birlik ve bütünlüğü güçlendirir.

Bize çıkan ders

Korona felaketinin saldığı korku, yaşanan ekonomik, politik, sosyal, psikolojik, ekolojik çöküşten her birimiz mutlaka dersler çıkarıyoruz. Tarihin en şımarık ve savurgan kuşakları olduğumuzun farkına varıyoruz. Tüketim çılgınlığının bedelsiz olmadığını görüyoruz. Ölüme ne kadar yakın olduğumuzla birlikte doğaya ve yaşam hakkına saygının taşıdığı önemi öğreniyoruz.

Bu zor süreçten bana göre çıkarmamız gereken temel ders, ilerleme adına yol alırken artan empati yoksunluğunun bizi buralara getirdiği. Uygarlaşma yolunda zorlanan toplumların problemlerinin çoğunun, kendi dışındakilerin ihtiyaç ve sıkıntılarını gözeterek davranmayı gerektiren empatinin yoksunluğundan kaynaklandığını görüyoruz. Oysa birbirimizi gözeterek sahip olduklarımızı daha büyük faydaya dönüştürebiliriz.

Tehditlere ve geri kalmışlığa karşı mücadelede başarımız, yerleşmiş ön yargıları ve hoşgörüsüzlüğü söküp atmak için kendi içimizde yürüteceğimiz mücadeledeki başarımıza bağlı.

BakiKaracay.com

Üstünlük mücadelelerine dayalı sistemler, anlaşılıyor ki bundan böyle daha çok zarar verecek. Fakat her ne olursa olsun, zarar veren sistemlerin devam etmesini kimse istemiyor. Çünkü, üstünlük hırsıyla yapılan hatalar yüzünden tehdidin kontrolden çıktığını ve bencilce davranışların insanların yaşamına mal olduğunu artık çok net biliyoruz.

Yaşam amaçlarımızı dikkatlice gözden geçirme zamanı. Başımıza daha büyük sorunlar açmamak için, hüküm süren dar anlayışları geride bırakıp diğerlerinin ihtiyaç ve sıkıntılarına duyarlı davranılan yaşam biçimine geçmek zorundayız. Amacımız, birbirimizi sindirmek değil, işbirliği içinde bir arada yaşamayı başarmak olmalı. Bizim gibi olmayan, bize benzemeyeni kabullenmeyi nasıl başarırız, farklılıklara nasıl daha iyi saygı duyarız, onları nasıl zenginlik olarak değerlendirebiliriz, nasıl daha birleştirici oluruz, bunun için çaba harcamalıyız.

Tehditlere ve geri kalmışlığa karşı mücadelede başarımız, yerleşmiş ön yargıları ve hoşgörüsüzlüğü söküp atmak için kendi içimizde yürüteceğimiz mücadeledeki başarımıza bağlı. Bunu başaramamanın sonucu ise… Birkaç saniyelik şu görsel aslında bunca sözle ne demek istediğimi anlamak isteyene yeterli.

Anlamak için çaba varsa, anlatmaya çalışmak gerek; ancak anlamak için çaba yoksa, anlatmaya çalışmanın da hiçbir anlamı yok.

Son söz

Henüz tehlikenin büyüklüğünün farkında gibi davranmıyor olsak ve çocuklar gibi alışageldiğimiz oyunları devam ettirmeye çalışsak da Covid-19 pandemisi sonrasında normalleşme denen sürecin eskiye dönüş olmayacağı ve pek çok şeyin bugünküne benzemeyeceği kesin. Ancak her şeye rağmen iyimserliği elden bırakmamak lazım.

Geçmişe baktığımızda, büyük felaketlerin çoğu zaman insanları ve toplumları daha iyi yaşam koşullarına hazırlamanın başlangıcı olduğunu görüyoruz. Bu kez de bilgi ve deneyimlerimizden yararlanarak yeni yollar, yeni modeller bulacağız.

Eğer ayrılıkları bir yana bırakıp, bölünmek yerine birleşerek dayanışmamızı güçlendirir ve el birliği ile toplum yararına üstümüze düşeni yapabilirsek, bu süreci birleşme yolunda bir fırsata dönüştürmüş olacağız. Bencilliği ve bireysel çıkarları dayanışmanın önüne almayı sürdürmek ise ağır bedeller ödemeye kadar götürür.

Büyük ihtimalle alınacak bu dersler doğrultusunda bir takım küresel normlar gelişecek ve uyum gösteremeyenleri saf dışı bırakacak adımlar atılacak. Diğerlerini önemsemeyen cehalet ve geri kalmışlık daha göze batar hale geleceği için zarar görmek istemeyenler bunların üzerine daha güçlü gidecek. Küreselleşmenin nimetlerinden yararlanıp, evrensel hukuka direnen, fırsat eşitsizliğini sürdüren ve ayrımcılık yapan aktörler yalnızlaştırılacak. Ve belki tarihe yön verecek büyük kırılmalar, çöküşler ve yeniden yapılanmalar yaşanacak.

Yazdıklarım şimdilik çok uzak veya yabancı gibi gelebilir, ancak zamanla yakınlaşacağı şüphesiz. Elbette tüm bu gelişmelerde insanların ve toplumların birbirlerinden farklı düzeylerde etkileri ve etkilenmeleri söz konusu olacak. Ancak arzulanan günler, bir kurtarıcı ya da yöneticiler eliyle tepeden inmeyle değil, toplumu oluşturan biz bireyler tarafından onurumuz, insani, ahlaki, vicdani değerlerimiz korunup güvence altına alındıkça gelecek. Her şey tamamen toplumu oluşturan bireylerin insani gelişmişlik düzeyiyle ilgili.

Bu günler de geçecek

Mert, cesur, umut dolu, vicdanlı, iyi insanların çoğalmasını diliyoruz. Atıp tutup insanların umudunu kırmaya çalışanlara bakmayın; her zamanki ritmi ve güzelliğiyle devinip duran doğaya bakın; doğada umut var. Her yana bu kadar sessizlik çökmüşken açıp pencerenizi doğayı dinleyin ve yaşamın kıpırdanışlarını izleyin. Yeryüzünün yalnızca bize ait olmadığını hissedin. Taze bahar geldi; yeşerip rüzgârla dans eden ağaç dallarında kuşlar cıvıldıyor, sarı beyaz papatyalar güneşi ve mavi göğü selamlıyor, portakal çiçekleri açıp hoş kokusunu yayıyor.

Yaşananlardan ders alma ve eskideki neyi yapmamalıyız diye iyi düşünme zamanı. Bu günler de geçecek ve şimdi neyi görür, neyin farkına varırsak, gelecekte onun sonuçlarını yaşayacağız. Bu, huzurlu ve güvenli bir yaşam meselesi olduğu kadar aslında hepimiz için bir hayatta kalma meselesi de.

Yeni yazılarda görüşünceye dek, “sağlığınıza dikkat edin!”

Yazar Hakkında

Baki Karaçay (MPA)

iO Akademi'de Eğitmen, Danışman. 25 yılı aşkın süre profesyonel deneyim sahibi Kamu Yönetimi Uzmanı (YL) ve Mühendis / Antalya Valiliği AB Projeleri Koordinatörü (2009-2020). Avrupa Birliği Projeleri kitabının yazarı ve Proje Döngüsü Yönetimi Eğitmeni. Sosyal Psikoloji meraklısı. Fotoğraf gönüllüsü. Webmaster. Bağlama sanatçısı. Kayakçı, doğa yürüyüşçüsü.

Yorumunuzu Ekleyebilirsiniz

3 yorum