Sesli özeti dinleyin: 🎧
Bazı insanlar, hatta toplumlar açıkça tarafgirliği bir maharet gibi sergiliyor. Adeta tarafsızlık eksiklikmiş veya tarafsız kalmak ayıpmış gibi… Oysa düşünmeye ve anlamaya çaba gösteren yansız bir bakışla olayları değerlendirebilmek, bugün en çok gereksinim duyduğumuz değerlerden biri.
Neden mi?
Öncelikle, tarafsızlık “neden?” diye sorabilen, olayların arka planını anlamaya çalışan bir zihnin ürünüdür. Bu da bizi asıl gerekçeye götürür:
“Nedenleri sorgulamayan zihinden adalet beklenemez. Adaletin olmadığı yerdeyse güven ve huzur olmaz.”
Tarafsız Olmak Neden Zordur?
Tarafsız olmak öyle kolay bir şey değil, bunu bilelim. Doğamız gereği yapımıza uzak. İnsan beyni, binlerce yıl boyunca “bizden olan” ve “olmayan” diye ayrım yaparak hayatta kalmayı öğrenmiş. Yani bu ayrım içgüdüsel olarak hep var. Ancak günümüzde bu bakış açısı çoğu zaman haksızlığa yol açıyor. Ön yargıları büyütüyor, ayrımcılığı besliyor.
Bu yüzden tarafsız olmak yalnızca bir erdem değil, aynı zamanda düşünsel bir olgunluk göstergesidir. Herkesin kendi penceresinden haklı çıktığı bir düzende, kendi duygu ve yargılarının farkında olup buna rağmen yansız kalabilmek sıradan bir beceri değil, gelişmiş bir bilinç düzeyidir. Bakış açımızı ve kararlarımızı etkileyebilecek bütün duygularla yüzleşip onları aşabilme cesareti ister.
Bunu daha iyi anlatabilmek için gelin gündelik yaşamdan bir örnekle düşünelim.
Burada hemen şunu da vurgulamalıyım: Bu yazım, adaletin peşinden giden değil, yerini alan zihinler üzerine bir deneme. Yazının özü, yalnızca bir kayırmacılık örneğini değil, o örneğin ardında yatan düşünce yapısını ve bunun nasıl yeniden üretilebildiğini göstermeye dayanıyor. Ve şu soruya yanıt arıyor: Neden adaleti en çok isteyenler, bir noktadan sonra aynı adaletsiz düzenin uygulayıcısına dönüşüyor?
Bir Kayırmacılık Hikâyesi
Geçtiğimiz günlerde bir haber okudum. Bir kamu yöneticisi, kuruma alınacak personel için kriterleri bir yakınına göre öyle “özenle” belirlemiş ki ilana yalnızca bir kişi başvurmuş ve ve tahmin edeceğiniz gibi o kişi de doğrudan işe alınmış.
Kimilerine göre işler “kitabına uygun” yürütülmüş, ortada ne hukuki ne de idari bir sorun var. Kafaları rahat. Ama bu durum çoğu insanın adalet duygusuna dokunuyor ve içindeki rahatsız edici ses susmuyor.
Bu tür kayırmacılık örnekleri istisna gibi görünse de özellikle Orta Doğu toplumlarında sıradanlaşmış, neredeyse ‘doğal’ karşılanan bir tablo. Hatta bazen güç sahipleri bunu hiç saklamadan, çekinmeden yapıyor. Çünkü hesap verme sorumluluğuna gereğince yer verilmemiş bir düzenin içindeyiz.
Kayırmacılığın Görünmeyen Kökleri
Biz yine de iyimser kalmaya çalışalım. Bu tür kişilere hep öfkeyle değil, bir de anlamaya çalışarak bakalım. Belki de yalnızca bir cehaletin içinden geçiyorlardır. Belki farkında olmadan büyüdükleri ortamın, öğrendikleri davranış biçimlerinin etkisindedirler. Büyük olasılıkla bunu “hakkaniyetli” bir tutum olarak görüyor, hatta içten içe “doğru olanı” yaptıklarına inanıyorlardır.
Sosyal psikolojide toplumsal kutuplaşmaların temelinde yer alan bir durumdan bahsedilir: Birçok insan kendi başarısını hak edilmiş bir sonuç olarak görürken başkasının başarısını “rastlantı” veya “torpil” gibi bağlantılara dayandırır. Bu da insan zihninin sık düştüğü bir yanılgıdır: Başkalarını yargılarken onların yaşadığı koşulları, geçmiş deneyimlerini göz ardı etmek.
Kendimizi şimdi o kişinin yerine koyup anlamaya çalışalım: Neden böyle açık bir kayırmacılığı tercih ediyor?
Aslında yanıt oldukça yalın: İnsan, neyi görerek büyürse onu yaşamaya eğilimlidir.
Çünkü geçmişte defalarca görmüştür: Kendisi ya da bir yakını, başvurduğu bir pozisyon için “yetersiz” sayılmıştır. Ama içten içe hep şunu düşünmüştür: “Zaten hep birileri için ilan açılıyor. Benim gibiler hep dışlanıyor.” Bakıyor eksiği yok, eğitimse eğitim, iş tecrübesiyse iş tecrübesi… Benim de eğitimim var, tecrübem var; eksiğim yok diyor içinden.
Bu inanç yerleşiyor bir kez zihnine. “Biz” ve “onlar” arasındaki ayrım asla kafasından silinmiyor.
Sonra gün geliyor, bu kez fırsat onun eline geçiyor. O da kendisi için bir sistem kuruyor. Öğrendiğini, daha doğrusu inandığını bu kez kendisi yapıyor. Yıllarca biriktirdiği, içinde büyüyen o “mağduriyet” duygusu bu davranışını meşrulaştırıyor: Zaten kimse adil değil. Ben de olmasam ne olur?
Ve bir zamanlar kendisini dışladığına inandığı yapının küçük bir kopyasını inşa ediyor. Kendisine yapılanı şimdi o başkalarına yapıyor. Ve o şikâyet ettiği düzeni kendisi yeniden üretiyor. Dünün mazlumu oluyor artık bugünün zalimi.
Sonuçları Görüyor Ama Nedenlerle İlgilenmiyor
Peki göremediği şey ne?
Göremediği şey şu: O aranan ölçütlerin, belirli “nedenlere” dayandığı. Yani durduk yere yazılmamış o kriterler. Deneyim yılı, eğitim seviyesi, uzmanlık alanı — hepsinin bir gerekçesi var. Örneğin, bir konuda uzmanlaşmak için genellikle 10 bin saatlik yoğun çalışma gerekir. Bu, yalnızca bireyin yetkinliğini değil, işe alınacak kişinin kuruma sağlayacağı gerçek katkıyı da belirler. Bu bir kişisel tercih değil, dünya çapında kabul gören bir standarttır.
Ama o bunları göremiyor. Neden mi?
Çünkü “neden” sorusunu hiç sormamış, “neden” sorgulamasını yapmayı bilmiyor, öğrenmemiş. Daha doğrusu, ona bu soruyu sorması gerektiği öğretilmemiş.
İşte asıl can alıcı nokta burada.
“Neden” diye sormayı bilmeyen bir kültürün içinde yetişmiş. Çocukluktan itibaren sorgulamaktan çok kabullenmeye alışmış. “İtaat etme” davranışı pekiştirilmiş. Böyle olunca yalnızca sonuçları görüyor, ama nedenlerle ilgilenmiyor. Kriterlerin nedenini ve mantığını anlamayınca, kriterlerin kendisi anlamsızlaşıyor gözünde. Liyakat, yetkinlik, deneyim gibi kavramlar onun için içi boş sözlere dönüşüyor. O yüzden de “Birileri kafasına göre kurallar yazıyor, sonra da işine geleni alıyor” düşüncesinden bir türlü çıkamıyor.
Nedenleri Sorgulama Becerisi
Bu yalnızca bireysel düzeyde yaşanan bir yanılgı değil. Aynı zamanda birçok kuruma ve topluma dair yaygın bir yanılgıyı da yansıtıyor. Çünkü kurumlar, kuralları olan, işleyen yapılar olarak değil, bitmek tükenmek bilmeyen kaynakların bulunduğu “nimet kapısı” gibi görülüyor. Toplumun ve yönetimin dışında “devlet” diye bitmez tükenmez bir kaynağın var olduğu sanılıyor. Ondan yararlanmak için hep birilerinin kayrılması için kriter geliştirdiğine inanılıyor.
Kurumları bir hizmet alanı değil, sanki bir çeşit “arpalık” gibi gören bu anlayış, yıllardır zihinlere yerleşmiş durumda. Hâl böyle olunca da “kural algısı” gelişmiyor; neyin “neden” yapıldığını kimse sorgulamıyor. O kurumun neye gereksinimi var, alınacak personel neyi çözmek için orada olacak, hiç düşünülmüyor.
Oysa kamu görevi bir ayrıcalık değil, ciddi bir sorumluluktur. İşe alım süreçleri liyakat temelli yürütüldüğünde hem kurumlar güçlenir hem de toplumda adalet ve güven duygusu pekişir.
Değişim Nasıl Filizlenir?
Sözün özü, bu tabloyu tersine çevirmek istiyorsak, kayırmacılığın köklerini yalnızca etik ilkelere değil, “nedenleri sorgulama” becerisine dayandırmalıyız. Çünkü nedenleri sorgulamak, hem bireyin hem toplumun kendine çeki düzen vermesi için ilk adımdır.
Bireylerin “neden” sorusunu sormadığı, — soramadığı— toplumlarda kurumlar da sorgulanmaz, otoriteler de. Bu yüzden hatalar tekrarlanır ve yerleşir. Ama yalnızca birkaç kişi bile sonuçları değil nedenleri de sorgulamaya başlarsa, orada değişim filizlenmeye başlar.
Sorgulayan bireyler, yalnızca kendi yaşamlarını değil, çevrelerini de dönüştürür. Çocuklarına “neden-sonuç” ilişkisi kurmayı öğreten anne-babalar, öğrencilerine sınıfta tartışma alanı açan öğretmenler, kurum içinde adil süreçleri savunan yöneticiler… Gerçek değişim, işte bu küçük ama kararlı adımlarla başlar.
Tarafgirlik kolay, sorgulamak zordur. Ama zor olan, hem bizi hem toplumu ayakta tutan şeydir. Adalet, liyakat, eşitlik gibi değerler yalnızca yasal metinlerde değil, gündelik yaşamın her anında yaşatılması gereken değerlerdir. Gerçek değişim, bu değerlere herkesin kendi dünyasında sahip çıkmasıyla —yaşamın sosyal özneleri olan yurttaşların yani sosyal iktidarın sergilediği ortak tutumla— başlar. Çünkü nedenleri sorgulamak, yalnız bireyin değil, toplumun da düşünsel bağımsızlığının ilk adımıdır. Ve değişim, tam da bu soruyla başlar: Neden?
Nedenleri Sorgulayan Bir Kültür İçin Çağrı
Unutmayalım, burada anlattığım yalnızca bir örnek. Benzer durumlar, bir okulda sınıf başkanının davranışından tutun da bir ülkeyi yöneten lidere kadar her düzeyde yaşanabilir. Çünkü mesele kişilerin kim olduğu değil, zihinsel alışkanlıkların nasıl oluştuğudur.
Adaletsizliklerin ardında çoğu zaman kötü niyet değil, nedenleri sorgulamayan bir düşünme biçimi yatar. Asıl olan bunu fark edebilmek ve her durumda, her düzeyde “neden” diye sorgulamaktan vazgeçmemektir.
Yeni yazılarda görüşünceye dek “öğrenmeye devam edin!”
Yorumunuzu Ekleyebilirsiniz